top of page

Mevlânâ’nın eserlerinde soyuna dair bilgi bulunmamaktadır. Risâle-i Sipehsâlâr’da Mevlânâ’nın babası Bahâeddin Veled’in Hz. Ebû Bekir soyundan geldiği belirtilmekte ve el-Cevâhirü’l-muđıyye’de Hz. Ebû Bekir’e varan şecere kaydedilmektedir. Eflâkî ve sonraki müelliflerden Abdurrahman-ı Câmî ile Devletşah da onun Hz. Ebu Bekir soyundan geldiğini kaydeder. Öte yandan Eflâkî, Bahâeddin Veled’in bir sözüne dayanarak onun soyunun anne tarafından Hz. Ali’ye ulaştığını söyler (Menâķıbü’l-ârifîn, I, 75). Türklüğü ile ilgili tartışmalar ise son döneme ait olup büyük ölçüde, “Beni yabancı sanmayınız, ben bu mahalledenim. Sizin mahallenizde evimi arıyorum. Her ne kadar düşman görünüyorsam da düşman değilim. Her ne kadar Hintçe söylüyorsam da aslım Türktür” şeklindeki rubâîsi çerçevesinde cereyan etmiş, şiirdeki Türk kelimesiyle ırkî mensubiyetin kastedildiğini savunanların yanında bazıları kelimenin burada farklı anlamlara geldiğini, bir kısmı da bununla Türk ırkına ruh yakınlığının kastedildiğini ileri sürmüştür. Mevlânâ’nın babası Bahâeddin Veled, Belh’e yerleşmiş bir ulemâ ailesine mensuptu ve “sultânü’l-ulemâ” unvanıyla tanınmıştı. Sipehsâlâr’a göre tarikat silsilesi Ahmed el-Gazzâlî’ye ulaşan Bahâeddin Veled’in Kübreviyye tarikatının kurucusu Necmeddîn-i Kübrâ’nın müridi olduğu da kaydedilmektedir. Eflâkî’ye göre Bahâeddin Veled’in annesi Hârizmşahlar hânedanından Alâeddin Muhammed Hârizmşah’ın kızıdır (a.g.e., I, 7-9). Daha eski bir kaynak olduğu halde Risâle-i Sipehsâlâr’da yer almayan bu rivayetin Eflâkî’nin hayal ürünü olduğu ileri sürülmüş ve müellifin daha sonra Bahâeddin Veled’in Sultan Alâeddin Hârizmşah’ın torunu olduğuna dair hiçbir şey söylemediğine dikkat çekilmiştir (a.g.e., II, 1252 [neşredenin notu]).

 

Yine Eflâkî’ye göre, Yunan felsefesini benimsedikleri için Fahreddin er-Râzî ve Zeyn-i Kîşî gibi âlimlerle onların görüşlerine uyan Hârizmşah Alâeddin Muhammed’i vaazlarında ağır şekilde eleştiren Bahâeddin Veled’in (Ma'ârif, I, 82) yöneticiler ve ulemâ ile arasının açılmasını fırsat bilen karşıtları onun siyasî gaye güttüğünü, taraftarlarıyla isyan hazırlığı içinde bulunduğunu ileri sürmüşler, bunun üzerine Hârizmşah Alâeddin Muhammed ondan ülkeyi terketmesini istemiş (Menâķıbü’l-ârifîn, I, 12-13), o da ailesiyle birlikte Belh’ten ayrılmak zorunda kalmıştır. Ferîdûn-i Sipehsâlâr, Bahâeddin Veled’in hükümdarla arasının açılmasından sonra ülkeden çıkarılması kararında Fahreddin er-Râzî’nin hususi gayretleri olduğunu belirtmekteyse de (Risâle-i Sipehsâlâr, s. 12-13) Eflâkî’nin kaydettiğine göre Bahâeddin Veled, Belh’ten Fahreddin er-Râzî’nin vefatından en az üç yıl sonra 609’da (1212-13) ayrılmıştır (Menâķıbü’l-ârifîn, I, 16). Mevlânâ bu sırada beş yaşındadır. Sultan Veled ise Bahâeddin Veled’in ülkeden çıkarılması kararına temas etmeksizin Belh halkından incindiği için aldığı mânevî işaretle Hicaz’a gitmek üzere şehri terkettiğini ve henüz yolda iken Belh’in Moğollar tarafından istilâ edildiğini belirtir (İbtidânâme, s. 240). Reynold Alleyne Nicholson ve Hellmut Ritter, Bahâeddin Veled’in sırf Moğollar’dan kaçmak için Belh’i terkettiğini ileri sürmüşlerse de (Mevlânâ Celâleddin Rûmî, s. 16; İA, III, 54) kaynaklarda bu yönde bir kayıt yoktur.

   Bahâeddin Veled’in Hicaz yolculuğuyla ilgili olarak Ferîdûn-i Sipehsâlâr ile Eflâkî’nin verdiği bilgiler birbiriyle uyuşmamaktadır. Mevlânâ’nın babası müridleri ve ailesiyle birlikte yol üzerinde bulunan şehirlerde bir müddet konaklayıp sonunda Bağdat’a ulaşmış, orada Şehâbeddin es-Sühreverdî tarafından karşılanmış, Bağdat’tan Kûfe yoluyla Hicaz’a gitmek üzere iken Moğollar’ın Belh’i işgal ettiği haberini almıştır (Menâķıbü’l-ârifîn, I, 15-20). Horasan şehirlerinin Moğollar tarafından 617 (1220) yılında istilâ edildiği bilindiğine göre Bahâeddin Veled’in Bağdat’ta bu tarihte bulunduğu anlaşılmaktadır. Ancak Eflâkî’nin yolculuğun daha sonraki safhaları hakkında verdiği tarihler bu bilgiyle çelişmektedir. Eflâkî, Bahâeddin Veled’in Hicaz’dan dönerken Şam’a uğradığını, 614’te (1217) Malatya’ya, 616’da (1219) Sivas’a geldiğini, daha sonra Erzincan üzerinden Akşehir’e geçerek kendi adına yaptırılan medresede dört yıl ders okuttuğunu, oradan Lârende’ye (Karaman) gittiğini, burada daadına yaptırılan medresede en az yedi yıl müderrislik yaptığını, ardından Sultan Alâeddin Keykubad’ın daveti üzerine Konya’ya yerleştiğini belirtir. Ayrıca Mevlânâ’nın on yedi veya on sekiz yaşında iken Lârende’de Semerkantlı âlim Şerefeddin Lâlâ’nın kızı Gevher Hatun’la evlendiğini, 623’te (1226) Sultan Veled’in, bir yıl sonra da diğer oğlu Alâeddin’in dünyaya geldiğini kaydeder (a.g.e., I, 22-29, 48, 303). Eflâkî’nin ifadesinden, Mevlânâ’nın Lârende’deki medresede yedi yıldan fazla süren eğitimini tamamlayıp evlendiği anlaşılmaktaysa da bu onun hem evlilik yaşı hem de çocuklarının doğum tarihiyle uyuşmamakta, verdiği tarihler Lârende’ye yerleştikten bir ya da iki yıl sonra evlendiğini göstermektedir. Mevlânâ’nın annesi Mümine Hatun Lârende’de vefat etmiş, defnedildiği yere daha sonra Karaman Mevlevîhânesi inşa edilmiştir. Ferîdûn-i Sipehsâlâr ise Mevlânâ’nın Konya’ya geldiğinde on dört yaşında olduğunu belirtmiştir (Risâle-i Sipehsâlâr, s. 14-15). Buna göre Bahâeddin Veled’in 618 (1221) yılında Konya’ya geldiği anlaşılmaktadır. Sultan Veled ise hiçbir ayrıntıya girmeden Bahâeddin Veled’in Hicaz’dan Rum diyarına geldiğini ve Sultan Alâeddin Keykubad’ın onu Konya’da ziyaret ettiğini kaydetmekle yetinmiştir (İbtidânâme, s. 241-242). Öte yandan Mevlânâ’nın Fîhi mâ fîh adlı eserinden Hârizmşah’ın Semerkant’ı kuşatması sırasında orada olduklarının anlaşılması yolculuk sırasında önce Semerkant’a gittiklerini göstermektedir. Ayrıca Bahâeddin Veled’in yol üzerinde bulunan Nîşâbur şehrine uğradığı, burada Ferîdüddin Attâr’ın kendilerini ziyaret ettiği ve tasavvufî mesnevisi Esrârnâme’yi Mevlânâ’ya hediye ettiği belirtilmektedir (Câmî, s. 460; Devletşah, s. 193). Devletşah’a göre bu görüşmede Ferîdüddin Attâr Mevlânâ için babasına, “Bu senin oğlun çok zaman geçmeyecek, âlemde yüreği yanıkların yüreğine ateşler salacaktır” demiştir. Hellmut Ritter, Ferîdüddin Attâr’ın o tarihlerde muhtemelen hayatta olmadığını belirterek bu buluşmayı şüpheli görmüşse de (İA, III, 53) Attâr’ın 618 (1221) yılına kadar yaşadığı bilinmektedir (DİA, IV, 95).

Mevlana'nın Anadolu da İslam'ın Yayılmasına Katkıları

   Mevlânâ, dünyaca tanınmış bir mutasavvıf ve düşünürdür. Din, mezhep ve ırk ayrımı yapmaksızın bütün insanlara sevgiyle yaklaşmıştır. Hoşgörüyü ilke edinmiştir. Mevlâna, geçmişte engin fikirleriyle İslam dünyasında ve bilhassa Anadolu’da çok etkili olmuş; kültürel hayatı, sanat ve edebiyatı derinden etkilemiştir. 26 bin beyte yaklaşan Mesnevi’si, daha müellifi hayattayken büyük bir rağbete mazhar olmuştur. Onun 40 bin beyti aşan Dîvân-ı Kebîr’i âşık bir ruhun en samimi ve en coşkun örneklerini taşır. Bu devâsa eser de asırlarca şairlerin ve gönül adamlarının ilham kaynağı olmuştur. Fîhi mâ fîh, Mecâlis-i seb‘a ve Mektûbat adlı diğer eserleri de Mevlâna’nın fikirlerini açık ve berrak şekilde bizlere sunar.Mevlâna’nın, düşüncelerini en güzel şekilde işlediği Mesnevi’si, önemi ve tesiri yazılmaya başlandığı zamandan günümüze dek artarak devam eden ölümsüz ve edebî şâheserdir. Yakın devir edebiyat tarihimizin önemli simalarından Ahmet Hamdi Tanpınar şöyle anlatıyor: “Bir gün Yahya Kemal’e neydi bu eskilerin hayatı acaba? Nasıl yaşarlardı? Diye sormuştum. Gülerek ‘Gayet basit, dedi, pilav yiyerek ve Mesnevi okuyarak.’(...) Birkaç yıl sonra Bağlarbaşı’ndan Karacaahmet’e doğru inen yolda, -kim bilir hangi vesile ile- canlanan maziyi yakalama arzusuyla aynı düşünceye döndü. ‘Medeniyetimiz Mesnevi ve cihat medeniyetiydi.’ dedi.”Mevlâna Celâleddin-i Rûmî ve onun eşsiz kitabı Mesnevi’nin kültür hayatımızdaki yerini bu sözlerden daha iyi anlatabilecek ifadeler bulunamaz herhalde.

   Mevlana, sahip olduğu insan sevgisi ve hoşgörüsü ile hekesin sevgisini, saygısını kazanmıştır. Görüşleriyle, düşünceleriyle ve eserleriyle geniş halk kitleleri üzerinde derin etkiler bırakmıştır.

Çankaya köşkündeki dil çalışmaları toplantısında Konya Mevlevi Dergahı eski postnişinlerinden Veled İzbudak Çelebi de davet edilmişti. Söz dönüp dolaşıp Hz.Mevlana’ya gelmiş, Atatürk şunları söylemişti:

 

“- Mevlana, Müslümanlığı Türk ruhuna intibak ettiren büyük bir reformatör… Müslümanlık aslında geniş manasıyla hoşgörülü ve modern bir dindir. Araplar onu kendi bünyelerine göre anlamış ve tatbik etmişlerdir. Sıcak bir iklimde oturan, suyu nadiren kullanan, genel bir hareketsizlik içinde ömür süren Badiye Arapları için günde beş vakit abdest ve namaz, çok ileri seviyede bir yaşama hareketidir. Hz.Muhammed insanları uyuşukluktan harekete sevk etmiştir. Sarp dağlar, yüksek yaylalarda at koşturan, erimiş kar suları ile yıkanan Türkler için abdest ve namaz çok tabii olmuştur. Mevleviliğe gelince, o tamamen dönerek ayakta ve hareket ederek Allah’a yaklaşma fikri, Türk dehasının en tabii ifadesidir.”

Asırlardır kültür ve medeniyetimizi yoğuran değerleri ifadede Hz. Mevlâna’nın 700 küsur yıldır süregelen fikirleri ve mesajları, bugün bizim dünyaya yayılan sesimizdir. Mevlâna, millet olarak duygu ve düşüncelerimizin tercümanıdır. İslamiyet’in güler yüzünü ve vizyonunu temsil etmektedir.

MEVLÂNÂ CELÂLEDDÎN-i RÛMÎ

Mevleviyye tarikatının kurucusu, mutasavvıf, âlim ve şair.

6 Rebîülevvel 604’te (30 Eylül 1207) Horasan’ın Belh şehrinde dünyaya geldi (Ferîdûn-i Sipehsâlâr, s. 22; Eflâkî, I, 73). Öte yandan Dîvân-ı Kebîr’deki bir şiirinden hareketle (III, 49) Şems-i Tebrîzî ile buluştuğunda (642/1244) altmış iki yaşında olduğu, dolayısıyla doğum tarihinin 580 (1184) olması gerektiği ileri sürülmüşse de (Gölpınarlı, ŞM, III [1959], s. 156-161), Hellmut Ritter bu iddiayı geçerli bulmamıştır (EI² [İng.], II, 393). Mevlânâ, Meŝnevî’nin girişinde adını Muhammed b. Muhammed b. Hüseyin el-Belhî diye kaydetmiştir. Lakabı Celâleddin’dir. “Efendimiz” anlamındaki “Mevlânâ” unvanı onu yüceltmek maksadıyla söylenmiştir. “Sultan” mânasına gelen Farsça “hudâvendigâr” unvanı da kendisine babası tarafından verilmiştir. Ayrıca doğduğu şehre nisbetle “Belhî” olarak anıldığı gibi hayatını geçirdiği Anadolu’ya nisbetle “Rûmî, Mevlânâ-i Rûm, Mevlânâ-i Rûmî” ve müderrisliği sebebiyle “Molla Hünkâr, Mollâ-yı Rûm” gibi unvanlarla da zikredilmektedir.

Eserlerinde verdiği bazı bilgiler dışında Mevlânâ ve çevresiyle ilgili bilgiler büyük ölçüde oğlu Sultan Veled’in İbtidânâme’si (Velednâme), müridlerinden Ferîdûn-i Sipehsâlâr’ın Risâle’si ve torunu Ulu Ârif Çelebi’nin müridi Ahmed Eflâkî’nin Menâķıbü’l-ârifîn’ine dayanır. Eflâkî’nin çağdaşı Abdülkādir el-Kureşî de el-Cevâhirü’l-muđıyye adlı Hanefî ulemâsına dair eserinde onunla ilgili kısa bilgi yer alır (III, 343-346). İbtidânâme’deki bilgiler birinci elden olmakla birlikte kısa ve özlüdür. Birçok hususta en ayrıntılı bilgileri içeren Eflâkî’nin eserinde ise bazı abartı, çelişki ve hatalar mevcuttur.

Daha detaylı bilgi ve belgesel için...

Eserleri:

  • Mesnevî:
    Yaklaşık 26 bin beyit içeren altı ciltlik bir eserdir. İçinde yaratılmış her şeyle ilgili çeşitli konunun ele alındığı, ayetler ve hadislere dayanılarak anlatılan hikâyeler, fıkralar, atasözleri ve bunlardan çıkarılacak dersler vardır.

  • Dîvân-ı Kebîr:
    Mesnevî’den daha önce yazılmaya başlanan Dîvân-ı Kebîr’de Hz. Mevlâna’nın çeşitli zamanlarda söylediği gazel, terkib-i bent, rubailerini ihtiva eden ve şiirlerinin söylendiği vezinlerine göre tanzim edilmiş, yaklaşık 40 bin beyit içeren yirmi bir küçük divan ile rubailer divanından oluşmuştur.

  • Fîh-i Mâ-Fîh:
    Kelime mânâsı olarak ‘içindeki içindedir’ anlamını taşır, Hz. Mevlâna’nın sohbetlerini içerir.

  • Mecâlis-i Seb’a:
    “Yedi Meclis” anlamına gelen bu eser, adından da anlaşılacağı gibi Hz. Mevlâna’nın yedi vaazını içerir.

  • Mektûbât:
    Hz. Mevlâna’nın oğlu Sultan Veled dâhil akraba, dost, emir ve vezirlere yazdığı 147 adet mektubu içerir.

  • Ey hayatlarını kazanmak için uğraşan, didinen insanlar!
    Biraz da ruhlarınızın ihtiyacı için didinin, uğraşın! Bizim burada büyük bir işimiz, büyük bir vazifemiz var!
    Yarattıklarına bakarak yaratıcıyı düşünelim, ötemize geçirerek O’nu gönlümüzde arayalım!

bottom of page